Yeniçeri Ne Demektir?
Türkçe “Yeni Asker” anlamına gelen Yeniçeri, Osmanlı Devleti’nin bir askeri sınıfı idi. Yeniçerilerin Osmanlı devletinde ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmemektedir. Bir takım görüşler Orhan Bey zamanı dese de bir takım görüşlerde I. Murat dönemini savunmakta.
Yeniçeri Ocağı Nedir?
Osmanlı Devleti’inde bilinndiği gibi devşirme sistemi vardı. Devşirme sisteminde küçük yaştaki Hristiyan çocuklar yetiştirilerek üstün özelliklere sahip asker haline getirilirdi. İşte bu özel askerlerin oluşturduğu Yeniçeri Ocağı ismindeki bir sınıf oluşturuldu. Bu Yeniçeri Ocağı Padişaha bağlıydı ve Kapıkulu Ocaklarının piyade bölümünün büyük bir oluşturuyorlardı. Kapıkulu ocaklarının en itibarlısı olan Yeniçeri Ocağı savaşlarda padişahın bulunduğu merkez kolunda bulunur, savaş esnasında padişah onların arkasında ve ortasında at üzerinde dururdu. Sefere gidişlerde ve konaklarda yeniçeriler padişahın etrafında bulunup onu muhafaza ederlerdi. Yeniçeriler barış zamanında İstanbul’u korurlardı.
Ayrıca devletin farklı bölgelerinde konumlanmış yeniçeri birlikleri de vardı. 17. yy’dan itibaren Müslümanlardan da Acemi Ocağı’na alım yapılmaya başlandı. Devletin ilk yüzyıllarında çok yararlı olan ve TürklerinRumeliye yerleşmesinde etkili olan bu sistem, daha sonra bozulması ile değişik sorunları birlikte getirdi. Yeniçeri Ocağı II. Mahmudtarafından 1826’da kaldırıldı. Yeniçeri Ocağı, dünyadaki modern anlamdaki ilk Daimi ordudur.
Yeniçeri Ocağı Kuruluşu
Rivayete göre Orhan Gazi devşirme çocuklardan kurulu bir ordu kurduğu zaman Hacı Bektaş dergahına gelip yeni kuracağı yeniçeri ocağı için dua istemiştir. Dergahı ziyaret eden Orhan Gazi, orada bulunan pire, “Pir hazretleri, yeni kurduğum ocak için sizden hayır duası almaya geldim” diyerek, duasını istemiş Hacı Bektaş’taki Pir’de, elini çocuklardan birinin başına koyarak: “Bunların adı yeniçeri (yeni asker) olsun diyerek Cenabı Hak yüreklerini ak, pazularını kuvvetli, kılıçlarını keskin, oklarını tehlikeli, kendilerini daima galip buyursundiye dua eder. O yüzden yeniçeri ocaklarına Ocak-ı Bektaş-î-yân , kendilerine Taifei Bektaş-î-yân, Güruh Bektaşiye, Zümre-i Bektaşiyegibi isimler vermişlerdir. Ancak erken dönem Osmanlı tarihçileri Aşıkpaşazade, Neşri, Kemal, Oruç ve anonim tarihler yeniçeri teşkilatının,I. Murat tarafından 1361 yılında Edirne ‘nin fethini takiben kurulmuş olduğu konusunda hemfikirdirler. Yeniçerilerin kanun ve kaidelerini içeren Kavanin-i Yeniçeriyan da bu görüşü benimser.
Edirne’nin 1361 yılında fethinden sonra Rumeli’nde gerçekleşen fetihler sonucu savaş esirleri büyük artış göstermişti. Gazilerden Sultan için esir başına beşte bir pencik (penc-i yek) alınmaya başlandı. Genelde her türlü ganimeti askerin elinde bırakmak cömertlik sayılırdı. I. Murat, Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa’nın arzı üzerine Gelibolu geçidinde Kara Rüstem’e pencik toplama yetkisi verdi. Pencik, her beş esirden biri yahut esir beş değilse değerinin beşte biri olarak toplanmaya başladı. Bu yenilik askerin hiç hoşuna gitmemiş ve bu uygulamadan kaçmak için esirleriyle Anadolu’ya başka yollardan geçmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Evrenos Gazi’ye, pencik’in sınırda toplanması için emir gönderildi ve dini niteliği göstermek üzere tahsil işi için de bir kadı atandı. Çandarlı, devlet elinde toplanan çok sayıda pencik oğlanlarından sultan kapısında yeni bir asker, yeniçeri yapma fikrini buldu. Oğlanlar Bursa civarında Türk köylerine gönderildi ve Türkçeyi öğrenip İslamlaşmaları sağlandı. Sonra bunlar bir kışlada toplanıp sultanın emrinde bir yoldaş ordu, yeniçeri ordusunu oluşturdular. Kökenleri ne olursa olsun, Türk dilini ve İslam dinini öğrenmek üzere Anadolu köylerine gönderilen bu devşirme çocukların sünni İslam’dan ziyade halk inançlarına eğilim gösterdikleri kuşkusuzdur.
Şu gerçek bilinmelidir ki, Osmanlı kuruluş yıllarında koyu sunni düşünceye sahip bir yapıda değildi. Orhan Gazi’nin, dervişlerin konaklamaları, namaz, semah gibi ibadetlerini yerine getirmeleri için inşa ettirdiği imaret ve tabhaneli zaviyeler’in yanı sıra onun Babai dervişi Geyikli Baba ile ilişkileri bu izlenimi desteklemektedir. Hacı Bektaş-ı Veli, Osman Bey veya onun neslinden herhangi biriyle karşılaşacak kadar uzun yaşamamış olsa da Orhan Gazi’nin anne tarafından dedesi Osman Gazi’nin kayın pederi olan Şeyh Edebali’nin Hacı Bektaş ile birlikte Amasya’da yaşamış bir Vefai dervişi olan Baba İlyas’ın müridi olduğunu ve Edebali’nin de diğer müritler gibi Baba İlyas’ın yokluğunda Hacı Bektaş’a uyduğu bilinmektedir. Şeyh Edebali’nin kızını bilindiği üzere Osman Gazi ile evlendirmesi, Osman ocağı ile Hacı Bektaş arasındaki ilişki daha anlaşılır bir hale gelmektedir. Buna Edebali’nin yolculuk yapanlara hizmet veren bir misafirhaneye sahip Ahi şeyhi olduğu da eklenince, Osman Gazi’nin damadı olarak desteğini sağladığı Şeyh Edebali’nin Hacı Bektaş ile ilişkisi daha da önem kazanmaktadır. Bektaşilik, Hacı Bektaş ile çağdaş olup Kırşehir’de yaşayan Anadolu Ahiliğinin kurucusu sayılan Ahi Evren’in yakın ilişkileri sayesinde Anadolu Ahileri için çekim merkezi haline gelmişti. Ahilik icazeti verme yetkisine sahip derecede bir Ahi olan I. Murat, Hacı Bektaş tekke külliyesinin ilk anıtsal binası olan Meydan Evi’ni yaptırdıktan sonra yerleştirilen kitabede Melik kimliğinin yanı sıra Ahi kimliğini de kullanmıştır. Abdal Musa, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal gibi, öğretilerini benimsemiş ozan ve düşünürler sayesinde Hacı Bektaş, uç beyleri ve onlara bağlı reaya arasında giderek artan bir saygınlığa sahipti. Hacı Bektaş’ın Malakat’ında, öğretileri bir savaşçı sınıfın ihtiyaç duyduğu şekilde şehitlik kavramını yüceltiyor ve İslamı kolay anlaşılır hale getirerek Hıristiyan doğmuş çocukların Müslümanlaştırılması sorunu için mükemmel bir cevap teşkil ediyordu. Muharebe esnasında gelecek fiziksel ölüm, onları müşahade, yani dört kapı kırk makam’ı olan yolun son aşamasına ulaştırıyor, şehitleri peygamberlerden daha ileri bir mertebeye yerleştiren Hacı Bektaş’ın öğretileri yeniçerilerin sıradan varlıklarını benzersiz kılıyordu. Bektaşilik gayrimüslimlere olduğu gibi Türk ya da Türkmen olmayanlara da açıktı. Bu nedenle devşirmelerden oluşan Yeniçeri Ocağı’nın Müslüman olmasını sağlayacak sistem olarak Bektaşilik en iyi çözüm olarak görülmüştür ve devletin kuruluş dönemi boyunca Osmanlı padişahları Bektaşiliğn gelişmesini desteklemişlerdir. Bektaşilik yeniçeriler tarafından 15. yüzyıldan itibaren benimsenmeye başlamış 16. yüzyıl sonlarından itibaren ise Hacı Bektaş-ı Veli, resmen yeniçeri piri kabul edilmiş, bu tarihlerde bir Bektaşi babası daimi olarak ocakta kalmaya başlamıştır. Bektaşi tarikatıyla yeniçeri ocağı o denli bir birinden ayrılmaz hale gelmiştir ki, bir dede tarikat başkanı seçildiğinde İstanbul’daki yeniçeri kışlasına gelir, tacını kendisine Yeniçeri Ağası giydirirdi. Yeniçeri Ordusu seferlere giderken yanlarında daima Bektaşi dede ve babaları eşlik ederlerdi. Bu ordu, 1826 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin birinci gücü olmuştur. 1826 yılına kadar Osmanlı Ordusu savaşa gitmeden önce, Yeniçeri ocağından bir müfreze Hacıbektaş’a geliyor, Dergah Avlusu’nda saf tutarak, Hacı Bektaş-ı Veli Evlâdı’ndan postnişi olan zatın da katılması ile: Mü’miniz Kalû-Beli’den beri… Hakkın Birliğine eyledik ikrar… Bu yolda vermişiz seri… Nebimiz vardır Ahmed-i Muhtar… La Yezal mestaneleriz… Nur-ı ilahide pervaneleriz… Sayılmayız parmak ile tükenmeyiz kırmak ile… On iki imam Pir-i tarikat cümlesine dedik beli… Üçler, beşler, yediler… Nur-ı Nebi Kerem-i Ali, Pirimiz üstadımız Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli… Demine devranına Hü diyelim Hü! diye gülbang çekiyorlar (dua ediyorlar) ve Pir’den himmet istiyorlardı. O tarihlerde yaşayan kişilerden aktarılan bilgilere göre Yeniçeriler’in gür sesi Hacı Bektaş-ı Veli’ın her tarafından duyuluyordu.
Yeniçeri Ocağının Genel Yapısı
İstanbul devlet merkezi olduktan bir süre sonra Edirne’de bulunan Yeniçeri Ocağı buraya naklolunarak Eski ve Yeni Odalar ismiyle biri Direklerarası ve Şehzade Camii taraflarında diğeri ise Aksaray semtinde olmak üzere kışlalar yaptırılmıştır. Her bir orta kendi numarası ismiyle bir kışlada otururdu. Osmanlı tarihinde birçok olayda adı geçen Orta Camii, Yeni Odalarda olup Kanuni Sultan Süleyman’ın Vezir-i Azam’ı İbrahim Paşa tarafından bir mescit olarak yaptırılmış ve daha sonraki tarihlerde cami haline getirilmiştir. Et Meydanı denen mahal de burada bulunmaktaydı.
16. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adı verilen bir sınıftan ibaret iken Fâtih Sultan Mehmedzamanından itibaren (1451), “Sekban” bölüğünün de katılımıyla iki sınıf haline gelmiş. 16. yüzyıl başlarında ise “Ağa” bölüğü denilen üçüncü bir kısım daha teşkil edilmiştir. Yaya bölükleri peyderpey artarak 101 bölüğe kadar çıkmıştır. Ağa bölükleri 61, Sekban bölükleri ise 34 rakamına kadar yükselmiştir. Kanunname gereğince; Osmanlı Padişahı da birinci Yeniçeri Ortasının 1 numaralı neferidir.
Yeniçeriler, başlarına Börk ismi verilen beyaz keçeden bir başlık giyerlerdi. Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydı. Yeniçeriler börklerini eğri, subayları da düz giyerlerdi. Fâtih kanunnâmesinde belirtildiğine göre yeniçeri taifesine her yıl beşer zira lacivert çuka ve otuz iki akça “yaka akçası” ile her birine başına sarması için altışar zira astar verilmesi hükmü konmuştu. Her Yeniçeri bölüğüne “Orta” denirdi. Her ortanın da komutanı olan ve “Çorbacı” denilen bir subayı bulunurdu. Sekban ve Ağa bölüklerinde bu komutana “Bölükbaşı” denirdi. Yeniçeri ocağının en büyük komutanı “Yeniçeri Ağası” idi. Yeniçeri Ağası, ocağın kuruluşundan1451 yılına kadar ocaktan seçilirken bu tarihten sonra Sekbanbaşı’lardan tayin edilmeye başlandı. Bununla beraber bu kanun daha sonra değiştirilerek ocağın dışından olan kimseler de tayin edilmiştir. Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı ileAcemi Ocağı işlerinden sorumlu idi. Bundan başka İstanbul’un asayişi ile de ilgilenir ve yanında bulunan bir heyetle kol dolaşıp güvenliği sağlardı. Bu sebeple hükümdarlar, bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına dikkat ederlerdi. Yeniçeri Ağalarının azil ve tayini 1593’e kadar doğrudan padişah tarafından gerçekleştirilirken, bu tarihten itibaren Vezir-î Azâmlar tarafından yapılmıştır.
Yeniçeri Ocağı’nın en büyük kumandanı olan Yeniçeri Ağası’ndan sonra Sekbanbaşı gelirdi. Ocak kethüdası veya kul kethüdası, zağarcıbaşı, sansoncubaşı, turnacıbaşı, başçavuş ve muhzır ağa derece sırasıyla ocağın büyük ağalarından idiler. Yeniçeri Ağası ve Sekbanbaşından sonra ocakta en itibarlı olarak yeniçeri efendisi denen ocak katibi vardı.
Yeniçeri Ocağı’nın en büyük komutanı olan Yeniçeri Ağası’ndan başka Sekbanbaşı, Ocak Kethüdası veya Kul Kethüdası, Zağarcıbaşı, Turnacıbaşı, Muhzir Ağa ve Baş çavuş da ocağın büyüklerindendi. Bunlardan başka bir de “Yeniçeri Efendisi” denilen ocak kâtibi vardı.
Yeniçeri Ocağı’nın teşkilatı üç temel unsur üzerine yükselmekteydi: avcılık, aşçılık ve Bektaşilik. Padişahların avlarında ona eşlik etmek için sekbanlar başta olmak üzere katar ağalarının sorumluluğundaki birçok orta, avlarda kullanılmak üzere cins köpekler veya avcı kuşlar besliyorlardı. Ocak teşkilatının omurgasını ise aşçılar oluşturuyorlardı ve aşçıbaşılar yeniçerilerin ahlaki eğitimleri ve disiplinlerinden sorumluydular. Kazan-ı Şerif başta olmak üzere her birliğin sahip olduğu kazana atfedilen kutsallık, karakollara kazanlarla yemek dağıtan karakollukçuların komutanı başkarakollukçuya kepçeci, her orta-bölük komutanı yayabaşına çorbacı denirdi. Her ortanın kışla mutfaklarında bir kazanı vardı. Yemek pişirme dışında kazan, Hacı Bektaş’ın ocağa sağladığı kutsallığın kaynağını da temsil etmekteydi. Kazan o kadar önemlidir ki yeniçeriler kritik konulardaki toplantılarını onun çevresinde çember oluşturarak yaparlardı. Ünlü kazan kaldırma deyimi devlet politikalarından duydukları memnuniyetsizliğin bir belirtisi, bir isyanın başlangıç işareti olarak kabul edilirdi. Ortalar sefere giderken kazanlarını yanlarında götürerek çadırlarının önüne yerleştirirlerdi. Bir ortanın kazanını kaybetmesi bayrağın düşman eline geçmesinden daha kötü bir durum olarak kabul edilirdi. Yeniçeriler kazanları olmadan hiç bir hücumun başlamaması gerektiğine inanırlardı. Her bölük veya ortaya ait kazanların dışında Hacı Bektaş-ı Veli tarafından ocağa verildiğine inanılan özel bir Kazan-ı Şerif yani kutsal kazanları da vardı. İnanışa göre ocak kurulurken Hacı Bektaş yeniçerilere bu kazanda çorba pişirmiş ve kendi elleriyle dağıtmıştı. Yeniçeriler, Kazan-ı Şerif yerinden kaldırılacak ve altına bir kova su dökülecek olursa dünyanın ters düz olacağına inanırlardı.
Yeniçeriler, maaşlarını (ulûfe) üç ayda bir alırlardı. Bu konuda ocağın en büyük âmiri olan Yeniçeri Ağası ile herhangi bir nefer arasında fark yoktu. Onun için Yeniçeri Ağası da bu ulûfe işine dahil edilirdi. ulûfe, pâdişahın nezâretinde büyük bir törenle her ortaya torbalar halinde tevzi edilirdi. Hicrî kamerî takvime göre dağıtılan ulûfenin Salı günü verilmesi kanundu. Üç ayda bir, ulufe denen aylıklarını almak için Topkapı Sarayı, Babüsselam ile Babüssade kapıları arasındaki ikinci avluda toplanan kapıkulu askerlerine, Has fırında pişirilen fodla(pide) ile saray mutfağında hazırlanan çorba, zerde ve pilavdan oluşan kuşluk yemeği dağıtılır; bu sırada askerin padişaha bağlılığının işareti olmak üzere birde “akide” merasimi yapılırdı. Yeniçeri ocağının büyük subaylarından kul kethüdası ile muzhır ağa Kubbealtı’na gelerek sadrazamın başkanlığındaki divan üyelerine ellerindeki tablalardan mangır(para) biçimindeki akide(bağlılık) şekerlerini sunardı. Bu ocaklıların padişaha bağlı olduklarının kanıtı sayılır divandakiler rahatlardı. Akide törenini müteakip Kubbealtı önünde Fetih suresi okunur, ocaklılar gülbank çeker, Birinci Ağa Bölüğü’nden başlanarak ulufe torbaları dağıtılırdı. Törenden sonra konaklara, evlere, dükkanlara da akide şekerleri gider herkes, Yeniçerilerin bir eylem yapmayacağını öğrenmiş olurdu. Bu gelenek nedeniyle huzurun ve ağız tadının simgesi kabul edilen akide, zamanla mevlit ve bayramların da ikramı olmuştur.
Ramazan ayının ortasında, padişahın askere iltifatı olarak, Saray’dan Yeniçeri Ocağı’na baklava giderdi. 17. yüzyılın sonlarında veya 18. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış olan baklava alayı, Ramazan’ın on beşinci günü yapılan Hırka-i Saadet ziyaretinden sonra, Yeniçeri Ocağı neferlerine baklava dağıtılmasıyla gerçekleşirdi. Matbah-ı Amire’de, Yeniçeri, sipahi, topçu ve cebeci gibi kapıkulu askerinin her on neferine bir tepsi hesabıyla hazırlanan baklava sinileri, futalarına (örtülere) sarılmış olarak Matbah-ı Amire önüne dizilirdi. Silahtar Ağa, bir numaralı yeniçeri olan padişah adına ilk siniyi teslim aldıktan sonra, diğer ortalardan gelen ikişer nefer birer siniyi herhangi bir kargaşaya mahal bırakmadan yüklenirdi. Her bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı gibi amirleri önde, baklava sinileriyle yürüyenler arkada, açılan kapıdan dışarı çıkarlar, baklava alayını seyretmek için Divanyolu’nda sıralanmış halk, padişaha ve askere sevgi gösterilerinde bulunurdu. Sini ve futalar ise, ertesi gün Matbah-ı Amire’ye iade edilirdi. Padişahın askerlerine güzel bir ikramı olan ve belirli bir teşrifatla yapılan baklava alayı, uzun bir süre devam etmiş, ancak Yeniçeri Ocağı’nın bozulmaya başlamasıyla, bu bozulmadan nasibini almıştı. Öyle ki, sini ve futaların iade edilmesi gerekirken, bunlar iade edilmez olmuş ve buna gerekçe olarak da baklava o kadar lezzetliydi ki sini ve futaları da yedik gibi alaycı ifadeler kullanılmıştı. Bununla beraber, Yeniçeri neferlerinin bazıları, Baklava Alayı’nı seyretmeye gelen halkı rahatsız etmeye başlamıştı. Bu gelişmelerin neticesinde de, Osmanlı saltanatının bir sembolü haline gelen bu gelenek, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte ortadan kaldırılmıştı. En son baklava alayı, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından iki ay önce yapılmıştı.
Yeniçeri Ocağını Kim Nasıl Kaldırdı?
İlk kuruluşu zamanında sadece devşirmelerden ve iyi eğitim almış güçlü kuvvetli gençlerden oluşan ve Devletin kuruluşundan kısa bir süre sonra oluşturulan Yeniçeri Ocağı, 16. yüzyıldan sonra Padişaha veya Hanımsultana yakın bazı yetenekleri kısıtlı kimselerin ocağa alınmasından sonra bozulmaya yüz tutmuştu. Çünkü, eğitimsiz ve başıboş kimselerin ocağa girmeleriyle bu askerî teşkilat, doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin veya azlettiren, padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet halini almıştı. Diğer taraftan Yeniçerilerin kendileri gibi Bektaşîolan Ahi esnaf ocaklarıyla iç içe olması ve Sultanın aldığı bazı ekonomik ve siyasi tedbirlere Ahi Esnaf Ocaklarıyla birlikte karşı durması Sultanın ve Ulemanın tepkisini çeker olmuştu. 16. yüzyılınsonlarından itibaren Padişahın sefere çıkmaması neticesinde ganimet geliri azalan Yeniçeriler, sakat ve yaşlı yoldaşlarına bakmak ve kendi hayatları ile savaşa gidenlerin ailelerinin geçimini ikame etmek için gelir elde etme çabasına girmişlerdir.
Neticesinde; askerlikle ilgisi olmayan ticaret, kahvehane işletmeciliği, hamam işletmeciliği, kayıkçılık, depoculuk, odun ve yakacak işleri gibi sektörlere el atmışlardır. Yeniçerilerin; özellikle İstanbul’da bulunan Yeniçeri Ortaları mensuplarının ticaret hayatına atılması; Yeniçeri Ocağının bozulması gibi lanse edilse de; gerçek bundan farklıdır. Avrupalı imparatorlukların deniz ticareti ile birlikte sömürgeciliğe yönelmesi, ve savaşların uzayıp gitmesi, devletin mali sistemini bozmuştu. Anadolu ve Rumeli eyaletlerinde Ayan sınıfının ortaya çıkması ile, savaştan geri dönen veya savaşa katılmayan yerel beylerin sayısı artmış, Padişahın savaşa katılmaması neticesinde kendisine bağlı Kapıkulu Ocağı’nın da savaşa katılmayışı, savaş esnasında Osmanlı Ordusunun vurucu gücünü azaltmıştır. Yeniçeriler çeşitli nedenlerden dolayı; 17. ve 18. yüzyıllarda sık sık ayaklanmışlardır.
Yeniçeri Ocağı, Vaka-i Hayriye diye isimlendirilecek olan bir karar ve hareketle, 15 Haziran 1826’da Sultan II. Mahmud tarafından ortadan kaldırıldı. Ocağın kaldırılması olayı II. Mahmud’un tüm esnaf teşkilatını ve ordudaki çoğu birimi bu konuda ikna etmesiyle başlamıştır. Şeyhülislama bu konu hakkında fetva çıkarılmasıyla devam etmiştir. Bir günün sabahında II. Mahmud yeniçerileri son kez uyarmış ve bu uyarıya saygı göstermeyen yeniçeriler itiraz etmişlerdir. Bunun üzerine II. Mahmud topçulara ateş emri vererek yeniçeri ocağını büyük bir top ateşine maruz bırakmış ve hiçbir yeniçerinin kurtulmasına imkan vermemeye çalışmıştır. Kaçabilen yeniçeriler ise yakalandıkları yerde öldürülmüştür. Bu olaydan sonra, onların yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediyye (Hz. Muhammed’in Zafer Kazanmış orduları) adlı ordu kurulmuştur.